• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/ihkav
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=05558782155
  • https://twitter.com/ebibsa
  • https://www.youtube.com/user/ebibsa
Hava Durumu
EBR Medya & Ajans

ebr logo

Koloni Youtube
İkinci ticari uydu
Üyelik Girişi
Haberler
Site Haritası
Takvim
Şahin TORUN
sahin.torun@bursaobjektif.com
BAHAETTİN KARAKOÇ
20/11/2020

YAZILDIĞI GİBİ SÖYLENEN VE SÖYLENDİĞİ GİBİ YAZILAN ŞİİRLERİN ŞAİRİ

Ne zaman şiire dair bir şeyler okusam aklıma gelen birkaç şiir, poetika, etik ve estetik tarifinden biri de Bahaettin Karakoç’un o meşhur ‘ağaç betimlemeli’ şiir, etik ve estetik tarifidir. Bu meşhur tarifinde bir yandan şiiri tarif ederken bir yandan da insanoğluna mahsus ama her söyleyende değişerek bir meşrebi ele veren bir başka derinliğe dikkatimizi çeker Bahaettin Karakoç, şöyle der;  "Yarar yönünden ister meyve versin, ister gölge, ister yaş olsun ister kuru, ister bir tenhada dikili dursun ister bir eşya olarak evimizin bir yerinde otursun, ağaç hep aynı ağaçtır, muhakkak bir yerde ihtiyacımızı karşılar. Sağlam bir etik, ilkeli bir estetik ve helâl ölçekli bir yarar sarmalında şiir de tıpkı bir ağaç gibidir; sanatı besleyen bu üç ana arterdir…" ve büyük ölçüde kendi şiirini, bu şirden hareketle de cihanşümul ölçekteki şiiri tarif ederek şöyle devam eder;  “Kalbin bir zikir aracı olan şiir, trajik bir iç yangını, aşkın sıcak kanatları altında doğan bir kutsanmış sözler armonisi ve dört kelimeyle özetleyecek olursak evrensel bir dua biçimidir…” 


 
Bahaettin Karakoç’un bir şair olarak uyandırdığı saygı, sevgi ve hürmetin kaynağını da açık eden bu özlü ve özet şiir, etik ve estetik birleşimindeki tarifi daha en başında insanı çağırdığı derinliğin yanı başında atıp duran bir kafa ve yürek çakışmasını da ortaya koymaktadır ki, özelde tek başına bir şairin yapmış olduğu iş olarak şiirden öte genelde ve hatta evrensel ölçekteki bir büyük iş olarak şiirin ne olduğuna dair daha oylumlu bir ufuk açar.
 
1930 yılında Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinde doğdu. İlköğrenimini memleketinde yaptı. Adana Düziçi Köy Enstitüsü'nde okudu. Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nden mezun oldu. Kahramanmaraş'taki sağlık kuruluşlarında sağlık memuru olarak çalıştı. 1982'de emekli oldu. Çeşitli gazete ve dergilerde yazdı. Kahramanmaraş'ta Dolunay dergisini çıkardı. Her yıl düzenlenen 'Dolunay Şiir Şöleni'ni başlattı. Beyaz Dilekçe adlı şiiriyle Türkiye Diyanet Vakfı Münacaat Yarışmasında birincilik kazandı. Şairin bundan başka ödülleri de var.  
 
Bahattin Karakoç un gerek hayatında ve gerekse şiirinde öne çıkan bağımsız ve zengin yapıyı büyük ölçüde de onun hayatında aramak gerekmektedir. Özellikle öğrencilik yılları ve özellikle köy enstitülerinde okumuş olması onu bir yandan hem –hızla batılılaşmaya ve yeniden yapılanmaya başladığımız bir zamanda bu yenilik fikri ve bu fikrin tecrübesiyle karşılaştırmış hem de bu karşılaşmayla bir yandan yaşadığı topluma ve bu topluma dair gerçeklere daha farklı ve daha derin bir perspektiften bakmayı öğretirken diğer yandan da bu hızlı ve bir biçimde de hesaplanmamış batılılaşma ve yineleşme katşısında durduğu yerde duran yerel değerlere ve bize dair temellere daha köklü ve anlamlı bir sahip çıkma duygusuyla yeniden ama üstten bir yerden de bakmadan avami bakışın dışından bakma imkanı vermiştir.

Bu bakımdan Bahattin karakoç u hem de resmi ideolojinin odağında bir eğitim alarak resmi ideolojiyi tanıyan hem de bu emredilmiş dizgeye dışardan ve üst bir yerden bakabilen bir bir şiirsel perspektifin şairi olarak görmemiz gerekmektedir.
 
Sözgelimi ondan bir küçük olan kardeşi yine değerli bir şair ve usta ki, benim ağabeyi diye bildiğim Abdurrahim Karakoç’un özellikle ilk dönem şiirlerinde yoğun biçimde içine girdiği ideolojik alanda yer almamıştır mesela…Bununla birlikte bu alana uzak ta durmamış ve bu alan içinde yer alan herkesçe derin bir hürmet ve saygı ile karşılanmıştır.. Bu bakımdan Bahattin ustayı bir benzerini Rasim Özxdenören ağabeyde görebileceğimiz mesafe bilincine sahip- kendi mesafesini koruyabilen, yani ne bir mesafede duracağım diye toplumuna yabancılaşan ne de toplumla lüzumunda fazla ilişkiye girerek yüz göz olmamış bir usta olarak öne çıkarmaktadır..
 
ESERLERİ:
Mevsimler ve Ötesi, Seyran, Sevgi Turnaları, Ay Şafağı Çok Çiçek, Kar Sesi, Zaman Bir Beyaz Türküdür, ilk Yazda, Bir Çift Beyaz Kartal, Menzil, Uzaklara Türkü, Beyaz Dilekçe, Leyl ü Nehar Aşk, Şiir Burcunda Çocuk ve Dolunay Şiir Güldestesi. Gibi çok değerli bir şiir toplamı bıraktı bizlere…
 
Bu noktada bir hakikat, sanatçının kendince üretebileceği en büyük değer olarak nitelendirebileceğimiz şiir, hakikat ve kendinde olan- kendinden başka bir şey olamayan, her ne ise o olan, ondan başkası olmayan- olamayan bir şey olarak- felsefenin diliyle söyleyecek olursak; fenomen diye anlandırabileceğimiz bir şey olarak şiirden söz etmek istiyorum…
 
Modern ve hatta postmodern poetikanın biraz da zorlamacı diliyle söyleyecek olursak daha en başında ne olduğu kendinde saklı ve olduğu gibi olmaktan başka hiçbir şey olmayan, hakikilik ölçeğindeki tarife tam da oturacak biçimde fenomenolojik bir tariftir bu. Bu bakımdan Bahaettin Karakoç’un tarif ettiği şiir bütünüyle bir fenomendir ve kendi hakikatinde başka bir şey değildir ki, bu da bir ağacın bir ağaç olduğu kadar kesin ve saf bir şeydir.

Şimdi sıralayacak ve öylece konuşacak olursak; Bahaettin Karakoç’a göre şiir her şeyden evvel yararlı bir şey olmak zorundadır ve bu yarar salt dünyevi- seküler olmaktan öte metafizik-uhrevi-müteal bir özü de muhakkak içermeli hatta en başında bu metafizik-uhrevi-müteal öz üzerinde şekillenmelidir. Dahasını diyecek olursak; ister meyve versin, ister gölge etsin, ister yaş isterse kuru halde olsun, ister bir ormanda ister bir tenhada yeşeriversin, ister bir eşya isterse başka bir şey olsun bir ağaç evet kendi başına ve kendinde bir şey olarak bir ağaç en nihayetinde bir ağaç olmaktan başka ve başat bir kıymeti olmayan bir şey- bütün saflığı ve hakikati ile bir ağaç olmaktan başka bir şey - olmayacaktır.

Daha ötesine geçerek bir kere daha diyecek olursak, salt kendinde bir şey olmaktan başka bir şey olmayan bu ağaç her nerede ve ne şekilde olursa olsun, muhakkak bir yerde ve bir biçimde bir ihtiyacı karşılayacak bir şey olacaktır ki, esas olan budur. İşte bu hal kesin bir biçimde bir ağacın etiği ve estetiğidir. Meyvesini ya da gölgesini ya da kendinden imal edilen eşyayı hiç kimseden, hiçbir canlıdan kıskanmadan veren tepeden tırnağa kunt ve kült bir etik ve bir estetiktir bu. Ağaç böyle bir şeydir çünkü… O kadar ki, Bahaettin Karakoç’un ağacından yola çıkıp G. Bachelard’ın suyuna kadar gidebileceğimiz biçimde hem özgün hem de cihanşümul ölçekte hakiki ve kesin bir şeydir bu. Su’da böyle bir şeydir çünkü…
 
Bahaettin Usta’nın ağaç gibi şiir tarifinde dikkati çeken –bir yandan tarifi daraltırken bir yandan da bu ağaç gibi şiir tarifine en özel bir medeniyete, bir inanma biçimine dair özge bir içerik kazandıran - esas şey ise tarifin özeti halindeki yarar ifadesinin ‘helal’ sarmalındaki bir ölçekle mühürlenmesidir  ki, hem şiire dair esasa zemin teşkil eden etiğin hem de bu etiğin bağlandığı estetiğin meşrebini ele veren esasın esası hükmünde bir şeydir. Bu da şöyle bir şeydir; ister ağaç ister su, isterse ağaçtan ya da sudan mamul bir şey olsun, olması murad edilen ve olan şey her ne olursa olsun hem yararlı lakin hem de helal olan bir şey olmalıdır. Bunu demekte son tahlilde şu iki dizeyi seslendirmek, sözgelimi;  belli belirsizce bir yandan ‘Anladım’ derken öbür yandan derinden derine titreyen bir ‘Aranağme’ halinde  Aşkın hem ateş hem yağmur olduğunu / Kemiklerime kadar ıslanınca anladım…’ diye eklemek gibi bir şeydir…

Bahaettin Karakoç’un tarif edegeldiği şiiri bir yandan kesin biçimde şairin en özgün işi olarak belirlendiği yerden alıp evrensel şiire götürecek bu anlayış öbür yandan da bu şiiri sürekli tekrar halindeki bir zikir ve bir iç yangını haline getirerek, kendi sözleriyle tekrar edecek olursak; dört kelimeyle özetlenecek  ‘evrensel bir dua biçimi…” ne ulaştıracaktır.

Gelinen bu geniş eksende ise şiir artık hem kendinde bir şey hem de daha başka bir şey olarak daha geniş bir halkaya dahil olarak rengarenk bir ahenk içinde, yine sözgelimi J. Baudrillard’ın haber verdiği, hakikatin sahte bir gerçekle –simulasyonla- ikame edilerek katledildiği bir ahir zamanda efsununu, büyüsünü kaybeden dünyaya efsun katacak bir iklime eklenecek, topyekün edilen evrensel duanın bizce seslendirilmiş dizeleri halinde ötelerde bizden çıkıp tüm insanlık için parıldayan bir endam kazanacaktır.
 
Kendini ifade ederken Bahattin Karakoç’un söylediği gibi; son tahlilde  fazlası teferruat olacak bir ömrün özeti…’ olmaya adanmış bir şiirden söz ediyorsak eğer her biri ömrünün bir evresine değip dokunan şiirleri arasında özellikle Mevsimler ve Ötesi’ni, Ay Şafağı’nı,  Çok Çiçek’i, Zaman Bir Beyaz Türkü’yü, İlkyazda’yı, Güneşe Uçmak İstiyorum’u, Güneşten Öte’yi,  Ben Senin Yusuf'un Olmuşum’u ve Barış Çağrısı’nı sadece yazılan bir şey olarak okumaktan öte kendi iç yangınıyla kendi trajedisini de yanı başında taşıyarak edip eyleyen bir şairin söylediği bir şey olarak okumamız gerekecektir.

Zira Bahattin Karakoç şiiri kaynağın içinden geldiği halde kaynağın başında duran bir şiir olarak da söylenmiştir. İçinde maddiyat ta olan lakin manevi yanı ağır basan aşkla dolu bir şiirdir onun şiiri. Bu yanıyla da bir biçimde de tesis edilmiş bir dünya da tesis edilmişliğin bütün yapıntılığı karşısında itirazı olan ve hayırsız olana karşı duran bir şiirdir…

Bu şiir bize dair bir sözün ürünleri haline getirecek bir biçimde ‘töreli bir şiir’olduğu kadar ‘alın beni ve benim yaptığım işe bir bakın…’ diyecek kadar açık seçik bir şiirdir. Bu yönüyle de gerçekten belki söylediği an onu acıttığı, yaktığı, kimi yerde gönendirdiği, kimi yerde umutlandırdığı kadar okuyan herkesi de acıtan, yakan, gönendiren ve umutlandıran bir şiirdir.
Öz’de yazılmış, yol açıcı, cesaret verici bir şiirdir Bahaettin Karakoç şiiri. Kimi yerde en basit sözlerle seslenen kimi yerde dolanıklaşıp uzayan biçimlerle,  söyleyenin de okuyanında içini dışına çıkaran ve 1942’den bu yana alev alev yanan, cesur bir şiirdir. Ağaç gibi, çiçek gibi, meyve gibi, su gibi dahası bir gelin duvağı gibi yazılmış ve söylenmiş bir şiirdir. Bir arayışın, belki de bir ömür boyu süren ve hiç bitmeyen bir arayışın şiiridir Bahaettin Karakoç şiiri. Sesi bağrında tüllenip duran bir bağlamadan çıkmış gibi söylenmiş, aydan, güneşten, dağdan, ovadan, tümsekten, düzlükten, geceden, gündüzden, sabahtan ve akşamdan söz eden ritmi ve armonisi memleket kokan bir şiirdir.
Kimin dikkatini ne kadar çekmiştir bilmiyorum, lakin yazıldığı ve söylendiği hiçbir dönemde kendini öne çıkarmadan sesini ve sözünü öne süren, bütün iddiasızlığı içinde saf, dingin ve durgun, iddiasız bir iddianın şiiri olarak biriken Bahaettin Karakoç şiiri direkt ya da dolaylı biçimlerde rahatsız olabilecek tek bir insanı bile rahatsız etmeden sarsıp sallayan bir naiflik içinde yazılmış ve söylenmiş bir şiir olarak aynı zamanda sonraki kuşaklar için örnek teşkil edecek bir toplam oluşturmuştur.

Zira herşeyden önce kendine dair bir gerçeklik toplamının ürünleri olarak yazılmış, biçimden çok sese dayalı, adeta bir kuyum işi gibi şekillenmiş ama en küçük biçimde bile süslenmeden ucunu bucağını içinde taşıyan bir sesin yankısı olarak aksisedasını aramak üzere yazılıp söylenmiş bir şiire odaklanmıştır Bahaettin Karakoç.

Değilmi ki, tıpkı bu aksisedayı bekler biçimde kendine dair bir an’ı tarif ederken hiç yüksünmeden  ‘Yaralı kuşumun kanadı / Dallara ağır geliyor / Yere bassa ayağını / Yollara ağır geliyor…’ diyebilmiş, ve kendi betimlemesine yine kendisi cevap verircesine ‘Hangi yıldırımın evi, rüzgârın mülkü olmuş ki / Gururlanma zeytin gibi ezilirsin, demezler mi?...’ diyerek de kendi sözünün erimini yine kendisi belirleyebilmiştir. Garip bir biçimde sürekli genç kalmış bir şiir söylemiştir Bahaettin Karakoç, Özellikle 1960 sonrasında şekillenen Türk şiir dizgesinde hemen hiçbir sıraya girmeyen ama hiçbir vakit irkiltici biçimde sıradışı da olmayan bir üsluba yaslanmıştır.
En samimi bir memleket mensubu tavrıyla yazılan bu şiirlerde seslenip duran tema çeşitliliği de bir o kadar manidar ve düşündürücüdür. O kadar ki, şairin ilhamını aldığı bir havzayı da ele veren bu çeşitlilik içerisinde en başat biçimde hiçbir zaman bırakılmayan aşk’tan tek başına ve topluluk içindeki erkeğe ve kadına, tabiat’a, şehre kadar genişleyen bir güzellik bütünüyle bizden - milli - bir sosyalitenin içinde dal budak açarken öbür yandan uhrevi hayata dönük bir duruşla ötelerden, inanç ve imandan ve ölümden söz eden daha aşkın bir yere de sürekli biçimde işaret edilmiştir.
 
Şiirini kurarken çok derinden bir söze yaslanan Bahaettin Karakoç’un anlatmaktan çok hissettirmeye çalıştığı bu derinlik ise onun en özgün tarafıdır. Çünkü Bahaettin Karakoç şiiri hissedilerek söylenen bir şiir olması hasebiyle ciddi biçimde bir hissettirmeye adanmış bir şiir olarak ses, armoni ve ahenk birleşiminde yazılmış, doğduğu dile sıkı sıkıya yapışmış ve bu dilin hakkını vermeye adanmış bir şiirdir.
Ezcümle, Güneşe Uçmak İstiyorum’da söylediği gibi bir şiirdir onun şiiri.

‘ Türkçem Türkçem kıpır kıpır, Türkçem renk-ışık; Sanki imbiklerden süzülüp gelir...Beyaz gül, mor sümbül, mavi sarmaşık; Gönül bahçemizden çözülüp gelir. Annem damağıma sağmış süt diye, Vakte nokta nokta kazılıp gelir. Dolamış diline babam, kut diye, Her söz mısra mısra dizilip gelir. Bugünüm, yarınım, gündüzüm, gecem Hep aynı potada ezilip gelir. Devletim, bayrağım, ülkemdir Türkçem, Türkçem gök katında yazılıp gelir…’

(*) Ayraç Kitap Tahlili ve Eleştiri Dergisi Genel Yayın Yönetmeni 


10682 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.224632.3537
Euro34.609234.7479
Saat